Yazının ilk serisinde, batının 100 yıl önce İslam topraklarında başlattığı din eksenli operasyonun son hamlesini Suriye üzerinden yapmak istediğini söylemiştik.
Suriye’de başlayan halk hareketinin ilhamını Arap baharından alarak doğal gelişen bir hareket olduğu doğrudur.
Lakin bu hareket, Mısır, Tunus ve Libya’nın aksine, batılı toplum mühendislerince tetiklenen bir hareket değildi.
Batı, bahse konu bu ülkelerde halkın kullanılması suretiyle oluşacak kaotik bir ortamın hemen ardından devreye girecek askeri mekanizmaları da, iktidarın teslim edileceği siyasi oluşumları da çok önceden hesaplamıştı. Hatta Mısır örneğinde olduğu gibi oluşacak yol kazalarına karşı bile hazırlıklıydı.
Suriye için ise, 7 kocalı Hürmüz gibi 7 düveli ortak menfaatte on yıllarca buluşturan Esed rejimine yapılacak zamanlamasız bir cerrahi müdahalenin çok kirli uluslararası ilişkileri deşifre edeceğini, önceden yapılmamış paylaşımın istenmedik küresel hesaplaşmalara yol açacağını bildiğinden tetiklemekten kaçınmıştı.
Ne var ki, Müslüman Sünni halkı hariç ABD, İran, İsrail, Rusya ve AB ülkeleri on yıllarca besleyen bu rejime karşı Deraa’da başlayan hak hareketi karşısında beklenmedik bir çıkıştı ve Rejim sonrası iktidara hazırlayacakları muhalefet bile hazır değildi.
Bu yüzden bekle gör politikası uygulayarak vahşi katliamları ve tarafların birbirini yıpratmasını uzun bir süre bekledi. Kimin hangi çıkarlara göz diktiğini, büyük planın kolaylıkla gerçekleştirilmesi için hangi kesimin ne türden bir beklenti içerisinde olduğunu okumaya çalıştı ve bu süre zarfında bir yandan Ürdün sınırında seküler laik silahlı kuvvet yetiştirirken diğer yandan benzer yapıdaki hazır örgütleri de ön plana çıkarmaya çalıştı.
Bir süre vekaletle yürüttüğü bu savaşta şu an için gelinen nokta, 100 yıl önceden yarım bırakılmış hesabın tamamen kapatılması ve Haçlının Hilal karşısında mutlak galibiyetini sağlayacak açık savaşın verilmesi olmuştur.
Arz-ı Şam üzerinde resmen başlayan bu savaşta taraflar kednini net bir şekilde ortaya koymuştur.
Bundan sonra kim kiminle anılmak istiyorsa şüphesiz orada pozisyon alacaktır.
Nitekim, karşıt gibi görünen ABD, Rusya, ABD, İsrail ve İran gibi devletler arasında kazan-kazan formülü ile safların sıklaştırılmaya başlaması da bu gerçeğin ta kendisidir.
YPG denilen komünist Kürt birlikleri, Burkan el-Fırat denen sosyalist Arap çapulcuları, Katil Nusayri Şebbihaları ve İran destekli Hizbullat teröristlerinin omuz omuza saf tutması tesadüf değildir.
İran’ın Talabani ve Goran üzerinden PYD’ye, oradan da İsrail ve AB(D)’ye beraberinde taşıdığı Rus eliyle selam çakması tesadüf değildir.
İç siyasette CHP ideolojisinin HDP üzerinden PKK ile birleşmesi de tesadüf değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Irak’ın Sünni Kürtlerini temsil eden Barzani arasında oluşan samimi ilişkileri engellemeye yönelik koca bir duvar örülmek istenmesi de tesadüf değildir.
Dikkat ederseniz, bir araya gelmesi imkansız gibi görünen Haçlı kuvvetlerinin diskalifiye etmek istediği öncelikli ülke Türkiye’dir.
Nam-ı diğer Osmanlı’nın merkezi…
(İç politikada beğenirsiniz veya beğenmesiniz) Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki “One minute” çıkışı İslam ümmetinde büyük bir heyecan uyandırırken batı için büyük bir korkuya dönüşmüştü.
İsrail ve dolayısıyla ABD, Rusya ve Batı nazarında burnu sürtülmesi gerekenler listesinin ilk sırasına oturtulmasına sebep olan o meşhur olaydan sonra Türkiye’nin önünde iki seçenek vardı.
Ya 100 yıldır kapısında köle gibi durduğu batıya tövbe edip yeniden rücu edecek, ya da ümmeti yüzyıllık zilletten kurtaracak kuvvetli bir meşaleye dönüşecekti.
Erdoğan için Suriye, Davos sonrası ilk sınavdı ve bu sınavı Bilad-ı Şam üzerinde küfür değil İslam toplumu söz sahibidir şeklinde gösterdi ki, kendisinden bekleneni yapmış oldu.
Daha önce birçok ifademde Arap baharının Suriye’ye sıçramasının kaçınılmaz olduğunu ama Suriye rejimine yapılacak cerrahi bir müdahalede açığa çıkacak kokunun büyük bir alana yayılacağından ve etrafını lekeleyeceğinden bahsetmiştim.
Nitekim hepimiz batının vahşet senaryolarına şahit olduk
Hepimiz uluslararası meşruiyeti tartışmalı olan BM ve NATO’nun Suriye meselesinde haçlı zihniyetine nasıl da hizmet ettiğini net bir şekilde gördük.
Hepimiz Davos’un ardından batının (kendi nazarında projeyi geciktiren arlanmaz tavır olarak gördükleri) Türkiye’ye karşı PKK dâhil tüm aba altı kartlarını kullanmak suretiyle iç meselelerine sıkışmasını istediklerini bizzat yaşadık.
Ve daha acısı, İslam tarihi boyunca hiçbir İslami fütuhata katkı sunmadığı gibi nerede İslamlaşma varsa oraya Mescidi Dırar fitne tohumu eken Ulusalcı İran’ın, tıpkı bizdeki birtakım ecnebilerin Alevi kisvesine bürünerek din düşmanlığı yapması gibi Şia kisvesine bürünerek hem Sünni İslam, hem Arap ve Türk düşmanlığı yaptığına tanık olduk.
Devamı yarına kalsın.
Sağlıcakla kalın.
@akgulahmet